Anne, baba, iki çocuk kayanın üstünde oturuyorlardı. Kaya dediysem dekor için konmuş büyükçe bir taş. Karşılarında Ankara’ya özgü zincir marketlerden bir tanesi, hala açık. Saat 10 olmamış demekki. Derin bir sessizlik, ara ara sarfedilen birkaç cümle.

- Nerede kalacağız şimdi?

- Düşünüyorum!

Ankara’ya yeni gelinmiş, tanıdık kimse yok. Yine de elde telefon kartı, kulübeden aranabilecek kişileri arama telaşı, yüzlerdeki tedirginlikler çok çabuk farkedilebilir. Dokunsanız ağlayacak ailenin ebeveyinleri.

Çocuklar ise herşeyden habersiz, tek bildikleri başlarını sokabilecek bir yerleri olmadığı ama yine de büyük şehrin tadını çıkarıyorlar çocuk akıllarıyla. Biri 14 diğeri 11 yaşında iki erkek. Ümitsiz ve meraklı bir şekilde etraflarını inceliyorlar, geldikleri yerden çok farklı burası. Sonuçta Ege’nin bir ilçesinden gelmişler ve böylesine kalabalık ve geniş bir şehirle ilk kez tanışıyorlar.

Hava gittikçe serinliyor, sanırım market de kapanmak üzre.

Yeni kiraladıkları evin kaporasını verip – zaten toplasan 5 koli yapan – eşyaları içeri yığmış ardından daha önce atıldıkları evin hesabını sormaya ve diğer geçimleriyle ilgili kaygılara dalmışlardı ki “eşyalarınızı kapının önünden alın, evi kiralamıyoruz” diye bir telefon geldi. Apar topar işlerini yarım bırakarak etap etap ayrılmış olan merkezden uzak olan semte geldiler.

Cepte sadece verilen kaporanın iadesi, 125 lira, Bir otele ancak 2 gün yeter dört kişilik aile fertleri için.

Baba bir sigara daha yakar. Ailenin fertleri üşümektedir artık zira saat geç olmaya başladı.

O sırada marketten çıkan 25 – 28 yaşlarında bir genç kız aileyi farkeder, müşkül durumlarını da.

- Evim hemen şurası, isterseniz gelin bir çay içelim.

- Gerçekten mi? Çok hora geçer. (umut)

- Tabii ki, buyrun.

- Kızım sen öğrencisin galiba, evinde belki çay, kahve falan yoktur alalım istersen.

Zaten kısıtlı olan paradan evin babası bir miktarını kahve almak için ayırır. Eve varıldığında iki oda bir salon mütevazi bir öğrenci evi olduğu görülür. Kalın perdeler, ucuz mobilya ve halılar, kitaplık, kitaplar dağınık bir şekilde raflara dizilmiş.

- Çok teşekkür ederiz.

- Rica ederim, ne içersiniz?

- Ben kahve alayım.

- Ben de.

Bir müddet muhabbetin ardından çocukların uykusu gelir, diğer odada çekyatların üstüne kıvrılırlar, ebeveyinler ve ev sabihi ise hala muhabbet etmektedir. Böylelikle geceyi sıcak bir yerde geçiren aile tedirgin de olsa mutludur bir nebze. Sabah kahvaltı için baba alışverişe çıkar. Peynir, ekmek, zeytin vs. Birkaç gün boyunca kimse kalabilir miyiz ya da kalabilirsiniz muhabbeti yapmaz, geçiştirilir. Ev resmen işgal edilmiştir tanınmayan bir aile tarafından. 3. günün ardından ev sahibi öğrenci kız kibarca kapı dışarı eder aileyi

- Ben, çocuklar uyuyunca birkaç saatliğine kestirip, siz evden giderken uyandırırsınız diye bekliyordum ancak burada kalmaya başladınız. Benim bir düzenim var, kusuruma bakmayın sizi de anlıyorum ancak daha fazla burada kalamazsınız. Tekrar özür dilerim

- Hiç önemli değil kızım, Allah razı olsun bize evini açtın.

- Hoşçakalın.

Kızın adı Gülşen’di ve bu hikaye onların Ankara macerasının başlarında yaşadıkları ve ileride sürekli hatırlayacakları bir iyi niyet göstergesi idi. Bir daha hiç karşılaşmadılar, hoş, karşılaşsalar da birbirlerini hatırlamazlardı bile...

dahası...


Bu ara çok deli şeyler öğrendim lan. Aslında çok deli, 10 numara müzik enstrümanları keşfettim. Belki bir çoğunuz çoktan beri biliyordunuz da benden sakladınız ama ben eninde sonunda öğrendim onları.

Biri ağız arpı (jews harp, mouth harp, khomus, ağız komuzu vs. gibi bir çok ismi var. Bkz: EkşiSözlük )
10 numara alet. Ağzına dayıyosun, ortasındaki teli gerip bırakıyorsuni o da ağzının içinde titreşerek boingboingboing ses çıkarıyo.
Eski şaman çalgısıymış, saykodelikmiş adamlar meğerse bu nasıl bi enstrümandır. Merak edenler araştırsın biraz, çok keyifli birşey.






Bir diğeri iste Theremin. Bak bu da 10 numara bişey, synthesizerin atası imiş, ben onların yalancısıyım. Modem gibi bi alet ama dokunmayınca çalışıyor. İlginç dimi? Elini uzaklaştırdıkça ton alıyosun. Bildiğin hayalet sesi gibi ses çıkarıyor. İlk kez Softa'da görmüştüm ama ne olduğunu anlamamıştım. Bunu da bir araştırın süper birşey. Araştırın deyip duruyorum ama muhtemelen siz zaten biliyodunuz bunları ve benden sakladınız. Alacağınız olsun.
dahası...


Kendimi böyle bi kül kedisi gibi, Endonezya'da bodrumlarda bişeyler diken çocuk işçi gibi hissediyodum 3 gündür. Evden dışarı sadece ekmek ve sigara almak için çıktım son 3-4 günde. Kamburum çıkmış, kıçım oturmaktan acımış, parmaklarım iğne tutmaktan morarmış ve gözlerim artık yakını seçemez hale gelmişti ki sonunda bu ızdırap bitti. 3 günlük emeğimin karşılığı olan tişörtüm nihayet giyilmeye hazır. Baaak işte bu :)

Tamam gri fona o sakallar pek olmadı, kayboldu biraz ama ne yapayım elimde işlemediğim boş tişrt kalmamış. Ve bu tişörtü hemen yapmak istiyodum, yenisini alana kadar bekleyemezdim.
Aranızda "yok artık böyle şeyler mi yapıyorsun?" diyen de olacaktır çünkü o tepkiyle çok karşılaştım. O yüzden size bikaç işimi daha göstermek istiyorum müsadenizle.



Evet efendim, bunların hepsini ben yaptım ama bunlar sadece bir kısmı :)
dahası...


Başlıktaki cümle kime ait? MŞŞ diyenlere yıldızlı pekiyi. Peki Kimdir MŞŞ?

MŞŞ : Mehmet Şenol Şişli. "aa bu Kargo'nun elemanı değil miydi?" dediğinizi işitir gibiyim. Ya da hiç bir anlam ifade etmiyordur. Neyse MŞŞ Kargo'da olduğu sıralarda Kargo'nun Kargo olmasını sağlayan elemandı. Zaten ne zamanki MŞŞ gitti, Kargo "içimdeeeee bu, ateşleeeeeer su, isterleeeeeeer ki, sönebil-sin-ler" gibi dandik bi çıkış parçasıyla karşımıza çıktı. Halbuki MŞŞ zamanı öyle mi idi? Yıllar Sonra, Renklerin İçinde, Bad'lik Amiri (bu şarkıya ölünür, başyapıttır) gibi şarkılar var idi. Bayadır da Kesmeşeker ile birlikte çalıyordu (belki hala devam ediyordur bilmiyorum) ama duydum Kargo'ya dönmüş. Çok şaşırdım, dönmez diyodum. Kaldı ki şarkılarının sahnede çalınmasına bile izin vermiyodu Kargo tarafından. Neyse üstad yaptıysa doğrudur, sorgulamam. Ama Kesmeşeker'de de devam etsin ya. Zaten nadir olan Kesmeşeker konserlerine gittiğimde izlemekten büyük haz aldığım insandır. Çok deli bas gitar çalar :). Ondan öte, Türkiye'de taptığım iki sanatçı vardır; Biri Cenk Taner, diğeri de MŞŞ'dir. Bu iki sanatçının da aynı sahnede müzik yaptıklarını düşünmesi bile güzel iken sahnede izliyosunuz. Var mı böyle bir haz?

Neyse MŞŞ insanı aynı Cenk Taner gibi kutsal bir insandır, dinlenesi, okunası insandır. Okunası? Adamın 2 tane kitabı var. Biri Şua (kitapçılarda bulduğumda param yoktu :'( şu anda da hiç biyerde bulamıyorum. Bulan, getiren, haberini veren kim olursa minnettar olurum) bir diğeri de Bahar Artıkları (bu da yok elimde, zaten yayın şirketiyle anlaşmayı feshetmiş, sitesinden sipariş veriliyormuş ancak sitesine giremiyorum). Merak edeniniz varsa MŞŞ Şua yazarsa google arama motoruna, karşısına birkaç şiiri çıkacaktır.

Ayrıca Kendi solo çalışmaları da vardır. Mşşbend. Evet adı bu Mşşbend. Kendi şarkılarını çok farklı bir müzik tarzıyla yorumlamış. Hakkaten dinlenesi. Myspace linkinden şarkılara ulaşabilirsiniz. Deliler Evi ve Uykuyu Beklerken favorimdir.

Ayrıca Bad'lik Amiri demiştim ya, işte o şarkı (temsili klip yapmışlar, başka bi yerde bulamadım şarkı olarak)

Vidyo olarak koyamadım buraya :/ Buyrun linki: Bad'lik Amiri

Sözlerini de gugıldan bulup hem dinleyin hem okuyun derim.
dahası...


Türkan nedir?

Türkan, 72 model Volkswogen marka T2 minibüsüme verdiğim isimdir. Neden Türkan? Böyle eski arabalara, özellikle Volkswogen'lere isim verilir, onlara sadece araba gibi davranılmaz. Arkadaşın, kardeşin, yaverin, yarin muamelesi yapılır ve bu yüzden hep isim verilir (etfrafımda tanıdığım bütün vosvosların ismi var). İsminin Türkan olmasının ikinci sebebi ise; Bir gün bilgisayar başında pinekleme günlerimdendi ve o sıralar henüz Türkan'a sahip değilim. Arkadaşa internetten bulduğum VW minibüslerin ilanlarını gösteriyorum "bak bunun fiyatı iyiymiş, bunun şusu iyiymiş" diye. O da aynı siteden bana Alfa Romeo ilanları yolluyor, "bak bu da ucuz, bu pek güzel" şeklinde. Tam o anda verdiğim tepki "abi ben Türkan Şorayı seviyorum, ne yapayım Jeniffer Lopez'i" oldu. Bu olaydan yola çıkıp alacağım minibüse Türkan ismini koymaya karar verdim. Etrafımda beni tanıyan herkes Türkan dediğimde neyi kastettiğimi bilir :)

Lakin şu anda kendisi ufak tefek arızalardan dolayı yatmakta. Bi de muayenesinin günü geçti ve bu halde muayeneden geçemez. O yüzden yaptırmaya kalkışmadım. Zaten param da yoktu yaptıracak. En son arkadaşları Bilkent'ten alıp Çayyolu'nda halısaha maçına götürmüştüm. Giderken frenler boşaldı ve nası olduğunu anlamadım arabayı halısahaya kadar götürebildim sağ salim.

Madem Türkan'dan bahsettik şu yazıyı da eklemeliyim. (Uzun biraz)


03.10.08

13:30 Kütahya'ya varış ve Türkan'a bi göz atma. Alacaktık zaten niyet belli 2'ye kadar
noterde işlemleri halledip aldık Türkan'ımızı.

15:00 suları Türkan'ı Küthaya'dan Tavşanlıya kadar kazasız belasız getirdim. O kadar ısrarıma rağmen babam arabayı şehir içinde de sen sür deyince ilk vukuat: 1 saat dolmadan ilk kazamı yaptım,eski renaultlardan birine yandan girdim hafifçe. Tutanağımızı tuttuk, sen sağ ben selamet.

04.10.08

13:30 Kahvaltıdan sonra eşyalarımızı yüklenip çıktık köyden Türkan'la, gayet güzel köyden Tavşanlı'ya kadar babam sürüyodu, tık yok bizim kızda. Tavşanlı'da frenlere ve lastiklere bi bakım yaptıktanve alışveriş, akraba ziyaretlerini tamamladıktan sonra yola çıktık, frenler hala adam akıllı tutmuyo,el freni zaten yok. Allaha emanet gidiyoruz.

15:45 Tavşanlı'dan çıktık, ben sürüyorum ve canavar gibi gidiyo, gazlı haliyle 110 bastım bi ara :)

16:20 Tabi o kadar basarsan ve dilinden anlamazsan ne olur, hararet! Dumanımız tütmeye başladı araba durdu.Yokuşu çıkmadağımızdan kaynaklandı hepsi. Neyse saldık aşağıya doğru 400-500 metre aşağıda bi benzinlik vardı,indik oraya, koyulduk beklemeye. soğursa gider sandık, bi kaç denemenin ardından yanıldığımızı anladık.Yağıydı bilmem nesiydi uğraştık, baktık olcak gibi değil.

19:10 Söyledik benzinliktekilere bize bi tamirci çağırdılar. Bekleyiş..

20:00 Sularında tamirci saolsun kırmadı geldi(!).

20:30 Tamir bitti, yanlış anlaşılmasın zaten elimizde olan yedek platini taktılar ve 40 liramızı aldılar.Hadi bakalım bastık marşa bizim Türkan uçuşa hazır, araba ufak ufak hareket ediyo ordan bizim biraderin sesi "atla anne atla durmasın" Little miss sunshine'ı izleyenler benzer sahneyi görmüşerlerdir araba yürürken peşinden koşup binmeyi, aynısını yaptık :D. Verdim babama al sür dedim, o da "küsülmez öyle arabaya al yürü" deyince tekrar geçtik direksiyona ve nihayet Tavşanlı Küthaya arasını (50 km) saat 21:00 sularında tamamladık.

21:10 Hediyelik eşyalarımızıda yüklendik bi porselenciden tekrar yollardayım, yine yokuş. Çekmiyor kardeşim.Yarsından tıkanınca babam geçti direksiyona tek seferde kaldırdı Türkan'ı (şükür). Yardırdık gidiyoruz.

21:45 suları yine dik bi yokuş, ha gayret yarısına geldik yine tıkandık. Yakınlarda benzinlik yok! Yukarı çıksan çıkmaz, aşşa insen bi daha çıkmaz. Bekleyiş..

22:15 Jandarma! Kurtarıcımız. Geldi saolsun çeki halatımız olmadığından çekici çağırmak zorunda kaldık. Bekleyiş..

23:20 Çekici sonunda geldi. Yükledik Türkan'ımızı sırtına, "deh deyin lan benim atıma hep birlikte deh deyin" yokuşu aştık en yakın benzinliğe vardık. Araba deli gibi yağ akıtıyo, üstten boşalt, alttan bıraksın.

23:30 Benzinlikte benzin yok! En yakını 4 km ötede. Bİrader ordakilerden biriyle atladı oraya gitti başka bi arabayla bizde çay içiyoruz, yağ değiştiriyoruz. Tabi bide donduk, ısınma çabaları. Kuş uçmaz, kervan göçmez bi yerde 2 saate yakın beklersen sende donarsın. Bilmediğim marka bi infrared teknolojiyle ısındık.

00:00 suları 3lt benzinimizi koyup 4 km ilerdeki benzinliğe vardık (Kemal Kükrer Dinlenme Tesisleri). "30 liralık doldur abi" aldık benzini, pompacı baktı, "abi bunla yola çıkılmaz araba conta yapmış çok yağ akıtıyo, bide harareti çok" dedi bizde buraya kadar geldik gider heralde dedik içimizden. Bastık marşa. Motorun sesi değişti gitmiyo araba. O inatsa biz daha inadız. Devam.. Bozüyük, Eskişehir kavşağında ufak bi rampa. Kaldık. Bundan sonrasını siksen gitmez. Gitse de zaten saat olmuş 00:40

00:50 Ha gayret 500 mt ilerde bi benzinlik. öncesinde eşyaların bi kısmını indirdik. Kütahya Astur'u aradık. 4 kişilik yer ayırın kavşakta binicez. 01:00 gibi gelirler diye zamana karşı yarış var. Annemi eşyalarla birlikte bıraktık kavşaktta biz tabana kuvvet. Biraderle birlikte it bakalım, ter kıçımızdan akıyo. Koştuk resmen otobüste kaçmasın diye. İt it.. Nihayet
benzinliğe vardık ama nasıl vardık onu biz bide allah biliyo. Tekrar geri koş..

01:15 Soluk soluğa kavşağa geldik eşyaları yüklendik otobüsün durabileceği bi yere mevzilendik. Bekleyiş..

01:25 Otobüs geldi boş bulduğumuz yere oturduk, muavin hemen su getirdi ağzımızı açmadan, arabanın yolda kaldığını biliyodu. Babamla durum komedisini değerlendirdik, bolca güldük sonrasında yorgunluğa yenik düşerek uyuyakaldık..

03:50 Suları, Bademlik dinlenme tesisleri Sivrihisar. Açlıktan ölmek üzereyim bi gözleme, bi çay. Mola bitti oradaki geyikleri anlatmakla bitiremem.

05:35 Ankara tabelaları..

05:50 Home Sweet Home

Uzun lafın kısası Türkan sevdam nelere mâl oldu. Pişman mıyım? Sanmam. Gene olsa gene yapar mıyım? Tartışılır. Tek bildiğim bu hikaye bitmez, detaylara inlir, ayrıntılar anlatılır falan filan. Ama Kütahya Ankara arasını resmen 16-17 saat kadar bi sürede katettik. Ama Türkan alacağın olsun beni mahcup ettin ya aileme ne diim ben sana..
dahası...


Çok feci uyurgezerim ben ya. Bi de hatırlıyorum ne gördüysem ne yaptıysam. Bikaç örnek vereyim siz de gülün, biz çok güldük evde :) Mesela biraderle aynı odada kalırken (yeni ayırdık odaları) babam üstümüzü örtmeye geldiğinde ben üstüme silkelenen dallardan kaçtığımdan dolayı biraderin üstüne çıktım ve o rüyaya inanarak böyle böyle diye anlatmaya çalışıyorum babama. Birader de hiçbişeyden habersiz bıdı bıdı konuşmaya başladı (o da uykusunda çok konuşur ben gibi). Adam bizim odadan nası kendini attığını hatırlamıyomuş tüm ev çıldırdı diye :)

Bi keresinde de örümcekler saldırıyodu kocaman kocaman, annem de eğer örümcekler saldırırsa bizim duvarı tıklat(!) demişti. Gece apar topar uyanıp annemlerin duvarı tıklattıktan sonra salona kadar koşa koşa gittim, annem kalkıp yanıma gelince rüya olduğunu idrak edebildim :)

Geçen hafta vize başvurusuna gidicem erken kalkmam lazım. Saat 4'te bi kalktım geç kaldım diye elimde yorgan evin içinde dolanıyorum. Gittim saate baktım saat daha erken, salonda koltuğa kıvrıldım yattım nasısa yorgan da elimde. Gerçi o gün tüm belgeler tamam, pasaportu evde unutmuşum. Sabahın 8'inde babamı kaldırıp konsolosluğa kadar getirdim, baya küfretti :)

Dünden önceki gün de evde Peru'lu misafirler vardı(!) anne, baba, çocuk. İngilizce de bilmiyolar nası anlaştık bilmiyorum. Gece bi ara uyandım "ya bu misafirler nerde yattılar acaba" dedim, kalkıp bakıcaktım hangi odada yattılar acaba diye (zaten 3 oda var bi de salon, odalar herkese eşit paylaştırıldı ancak salonda yatarlar) sonra "amaan salona annem yatak yapmıştır, orda yatıyolardır, sabah bakarım" deyip tekrar yattım. Sabah ise bunun sadece rüyadan ibaret olduğunu anladım salona baktığımda :)

Bi de bu ara kendimi bildiğin yoyoya adadım. Dün geçtim odaya 3 saat falan hareket çalıştım. Mesai ayırıyorum resmen merete ama değdi, 3 hareket daha çıkardım. Advanced hareketlerden az bişey kaldı, baya baya hakim olmaya başladım alete. Yeni yoyo lazım. Mesela Virüs ya da Dark Magic.

Bi de bu bilgisayar yüzünden kitap okuyamıyorum. Mevlana'nın Mesnevi'sine başladım yarım kaldı, onu bitirmem lazım. 6 cilt kitap, daha ilki bitmedi. Ne alaka demeyin, bi keresinde İstanbul'da Hindistan Kültür Merkezine gitmiştim orda 2 hindu, bi yahudi (hıristiyanmış yeni yahudi olmuş) bi müslüman ve de ben (haha fıkra gibi, bi ingiliz, bi fransız, bi türk). Bi başladılar Mevlana'yı tartışmaya, ağzım açık dinledim sadece.

Ha bi de iki gün önce Odtü'nün ordan, Eskişehir Yolu'ndan gece 11.30 gibi otostop çektim ve 5 dk sonra araba buldum, eve kadar (Ümitköy) bıraktı abi. Çok mutlu oldum :)

Ha bi de bu ara çok sıkılıyorum. Bomboş geçiyo günler. Herkesin okulu falan var ben anca bataktaki yancılar gibi gidiyorum yanlarına.
dahası...


Ayaklı çanta gibiyim, bi silkeleseler herşey düşücek üstümden. Bu durum en çok iksreyden geçerken sıkıntı yaratıyo. Yoyo, gözlük (yuvarlak çerçeve, o gün ne renk giyindiysem o renk gözlük) anahtar, kulaklık, telefon (Nokia N-gage, kocaman telefon ama oyun oynamak için bire bir) çakmak, sigara (sigarayı bile çıkarttırıyolar) pantolon zinciri (amaçsız takmıyoz, ucunda kurmalı cep saatim var :). Bunların hepsi cebimden çıkıyo. Bazen kendimi Maske gibi hissediyorum, bi filminde onun da cebi kara delik gibi herşey çıkıyodu. Tabi bunları çıkarırken görevli insanın bakışlarını da görmeniz lazım. Gözleri büyüyo resmen.

Nedense yanımda çanta olsa da hepsi cebimde duruyo. Güvensiz miyim neyim. Zaten o kadar doldurduktan sonra donum da düşüyo kemer de hak getire, çekip duruyorum yürürken.

Önceden, üniye ilk başladığım sıralarda bu durumum daha vahimdi. O sıralar daha bi paçozdum. Ne giyimime ne kendime dikkat ediyodum. Saçlarımı sırf üşenip berbere gitmediğimden omzuma kadar uzatmıştım, yıkanmıyodum, sadece kıçımı kapatmak için kıyafet giyiyodum. Bi gömleğim vardı, büyük gelen. Onun ceplerine elime ne geçerse koyuyodum. Ders notları, walkman (o zamanlar mp3 çalar falan yok) , bisküvi, kalem falan filan. Gömleğin cepleri sarkık tabi sürekli. Bi keresinde arkadaş "abi acıktım ben var mı atıştırmalığın" dediğinde ışık hızında cepten bisküvi çıkarmıştım, ardından "su" demeye kalmadan arka cepten de ufak şişe su (mübala yoktur). Bunun üstüne kahkahayı bastıktan sonra "olm yangında ilk kurtarılacak şeysin, deprem meprem olsa cebinden bi ketıl çıkartır, diğer cebinden de makarna çıkarır anında yemek yaparsın" demişti. Adam haklı ya, üstümde bi insana 3 günlük yetecek eğlence malzemesi var :) N-gage ve yoyo. N-gage'de 15 kadar oyun, 120 kadar müzik var ve saolsun benim emektar dostumdur.

Ha bu arada bu yuvarlak gözlükleri satma işine geri döndük (Adem efendiye ayıp etmedik umarım) Eğer varsa ilginiz, "arıyoz bulamıyoz" diyosanız geçin irtibata. Ankara'dayız efendim ama nereye derseniz yollarız da.



dahası...


Böyle dinlerken tüylerinizi diken diken eden şarkılar vardır dimi? Aşk şarkıları mıdır onlar? vay efendim "öldüm geberdim aşkından, ben napıcam şimdi sensiz" gibilerinden şarkılar mıdır?

Aşk şarkıları etkileyemedi beni o kadar ya. Bi tek Cenk Taner, aşk şarkılarında tek geçebileceğim isim. Neyse. Benim böyle tüylerimi diken diken eden şarkılar hep politik şarkılar oluyo.

Mesela Anti-Flag'tan No Borders No Nations


No Borders, No Nations - Anti-Flag

No borders, no nations
No flags, no patriots!

En etkili sözlerinden birisidir.

Anti-Flag'ın bu şarkıya benzer 1 milyon tane daha şarkısı vardır, hepsinde de bi gaz gelir insana (ya da sadece bana)

Ya da mesela böyle hayata dair, nasıl anlatsam işte böyle Tool'un Parabol şarkısı gibileri

"This body makes me feel eternal. All this pain is an illusion."

Parabol şarkısının son cümlesi, ardından distörşın açılır ve Parabola'ya geçer şarkı.

Ha bide bu vardır

Şeker - Gevende

Şarkıdaki çocuğun hikayesi ve melodi alır götürür beni ve ne zaman ki çocuk "komik şeyler söylüyorum bak, çok komiğimdir. Şimdi, sonra kihkihkih" diye girip öyle içten, samimi ve sıcak gülüşü vardır ki o an benim gözler dolar. Ne kadar da temiz, hiç bişey umrunda değil, tek derdi altı bacaklı böcek. "Bundan sonra bu çocuk gibi gülemicem heralde hiç" diye geçiririm içimden hep.

Aslında maksadım "şarkıların politik şeyleri de anlatması gerekir mi? Ya da ne oranda karışmalı bu işlere?"yi sorgulamaktı ama olmadı, napalım elimizden gelen bu.
dahası...


John Lennon üstadımızın Imagine şarkısını illaki bir yerlerden duymuşsunuzdur ya da ilgilisinizdir Lennon abimize ve dinlemişsinizdir o şarkısını. Şarkıyı kulaklarınızda hissedin şu an ya da açın bilgisayarınızdan bi dinleyin, sizde de böyle bi hüzün, biraz sitem, biraz acı hissetiriyor mu? Bana hissettiriyor. "Keşke" diyor musunuz dinlerken?

O bahsedilen dünya düzeni hep ütopyam oldu böyle bir düzenin mümkün olduğunu idrak ettiğimden beri. Çocukken sosyalisttik. Eylemler yaptık, gazeteler sattık, bildiriler dağıttık, afişler astık.. Sonra bu böyle mümkün değil boşa kürek çekiyoruz diyerek vazgeçtik. Lakin o sistem hakkında da kafa yormaya devam ettik. Kendi kanaatim sosyalizmin iyi bir yönetim şekli olmadığıdır. Tamam şu anki demokrasiden yahut liberalizmden, kapitalizmden çok çok iyi bir yönetim şeklidir. Ancak benim ütopyam giderek anarşizme kaymıştır.

Hani anarşizm derken "kıralım, dökelim, kaos yaratalım"dan ziyade nacizane düşüncem "eğer ben bir insansam ve özgürlüğümün haddini biliyorsam ve herkesi kendimle eşit görüyor, kimse benden üstün ya da alçak değidir" diyebiliyorsam benim koyun gibi güdülmeye de ihtiyacım yoktur diye düşünüyorum.

Bu kanıya da köy yaşantılarını inceleyerek vardım. Mesela bir köyde yönetim olmasa da tarlalar hepberaber sürülüyor, bir komşu diğerinin işine koşuyor yani imece usulü bir yaşam söz konusu. Bu anarşizm değil midir? Tabi yerel yönetimin kattığı hiç birşey yok mudur? Tabiki vardır ancak normal yaşam sürecinde orada pek hissedilmez diye düşünüyorum.

Sosyalizmi neden sevmediğime gelince. Tamam sosyalizmde halk eşittir, herşey devlete aittir ve herkes devlete çalışır ve yaşamak için gereken nafakasını devlet sağlar. Buraya kadar gayet güzel. Yalnız, devletin başındakiler de insan ve iallaki insna olmanın getirdiği egoları var ve bir yerden sonra bu gücü kendileri için kullanmaya başlıyorlar ve caanım sosyalizm monarşiye benzer bir hal almaya başlıyor. Tek farkı babadan oğula geçmeyip, halkın istediği birisine geçmesi.

Sonra düşündüm yine dedim dünyadaki tüm tarih kitapları yakılsa, sanal alemdeki tüm tarih bilgileri silinse ve hiç kimse tarih hakkında konuşmasa dünyadaki tüm halklar kardeş olur mu diye. Çok mantıklı geldi bu çözüm. Hiç bir ırk, daha bir tane bireyini bile bizzat tanımadan başka bir ırktan nefret etmez sanki!? Eder mi? Bence etmez. Mesela herhangi bir Türk milliyetçisi bir insanı alın karşınıza hiç bir Ermeni ya da Yunan tanıdığı var mıymış sorun. Bir çoğunun cevabı "hayır" olacaktır ama kitaplardan, sanal alemden, büyüklerinden onlardan nefret etmesi gerektiğini!? öğrenmiştir.

Sonra bu fikrimi annemle paylaştım. Her ne kadar okul eğitimini çok almamış olsa da kendisini yetiştirmiş bir kadındır. Annemin cevabı: "Hiç birşey değişmez" oldu. Çok şaşırdım, bence çok mantıklıydı. "Oğlum hadi daha öncesini bilmeseler bile, bugünden itibaren yazmaya başlarlar, başka kavgalar olur başka anlaşmazlıklar olur yine bir ırk diğerinden nefret eder. İnsanların egosu ve maddiyat yönünden bu kadar hırsı olduğu sürece o plan da hiç birşeye yaramaz" dedi. Haklıydı. Ben insan egolarını atlamıştım. Yaratılışlarından gelen "en" olma hırslarını. En zengin, en güçlü, en soylu vs vs.

Hala olabilir diye düşünüyorum tarihi yok etmenin etkili olabileceğini ama emin değilim.

Nacizane düşüncelerimi aktarmaya çalıştım, yamuluyorsam, eksiğim varsa ya da zırvalıyorsam lütfen söyleyin. Tek amacım öğrenmek :)
dahası...


Kart bastırtcam kendime,

Düğünlere kınalara bendir çalmaya gidilir.

Vurmalı çalgıları epeyden beri severim, toyluk dönemlerimde
- Abi hadi stüdyoya gidelim zombie çalalım.
- ee ben bişey çalamıyorum
- Sana da yoldan baget alırız davula geçersin
Diyaloğu ile vurmalı çalmaya başladım.
Hani çocukken top oynamasını bilmeyeni kaleye sokarlar ya işte aynı öyleydi (bu arada hakketen çocukken de kaleye sokarlardı beni ama şimdi 10 numara kaleci oldum hep kaleye gire gire :) )

Cenk Taner de söylerdi bi orkestra futbol oyununa benzer diye. Davulcu kalecidir, eğer müzikte bir aksama olursa davulcu toparlar. Gitar sağ açıktır, Bas ise sol açık. Onlar atakları yaparlar. Solist ise forvettir, golü o atar.

Cidden doğru heralde. Futbolda kaleci, orkestrada davulcuyum.

Davulu heryere kurma imkanı olmadığından dolayı daha elde çalınabilir vurmalı enstrümanlara yöneldim, tabi davulu da bırakmadım. Aşşa yukarı bir yıldır darbukaya heves ettim altı ay kadardır da bendirim var, okulda rtim grubuyla biraz eğitim aldık. Hakkaten eğlenceli enstrüman, deri falan böyle vuruyon ses çıkarıyo.

Gittiğim her yere götürür oldum bendirimi, bulduğu her fırsatta da çalar oldum. Böylelikle akrabalar arasında "ayy Bilal'de bendir çalar çağıralım gelsin çalsın bize, biz de oynarız" muhabbeti geçmeye başladı. O zamandan beri Bilo aşşa Bilo yukarı. Şurda toplandık gel, falancanın evine gidiyoruz bendirini darbukanı al gel... Tamam iyi çalamıyorum henüz ama çalmaktan zevk alıyorum, bu yüzden hiç geri çevirmedim. Her gittiğim yerde çalma ücreti olarak 2'lik kola alıyorum :) Artık sigaramı da aldırcam.
dahası...


Koku insan duyularında en güçlü olan-mış.

Şimdiye kadar kokladığınız en kötü kokuyu aklınıza getirin, ne idi?

-Günlerce beklemiş çöp yığıntısı?

-Kusmuk?

-Üç ay yıkanmamış birisi?

Benim seçeneklerim bunlar olmazdı. Zamanında Fethiye'nin bütün çöp depoalama alanlarını maskesiz dolaşmış, yılbaşı partisi sonrası bir küvet kusmuğu eliyle temizlemiş ve yıkanmama rekorunu üç ay gibi bir süre ile egale etmiş biri olarak bu kokular aşikar olduğum ve midemi kaldırmaya yetmeyen kokulardır.

Ancak...

Şimdiye kadar kokladığım en kötü koku bugündü.

Kütahya'dan Ankara istikametine otobüsle babasıyla beraber binmiş "evde de bulaşıkları yıkamamıştım bir haftayı geçti babam keser beni, ayrıca ortalıkta dağınıktı" diye endişe içerisinde yolculuk eden biri rolüne büründüm bugün. Ümitköy köprüde inip taksiyle evimize vardığımızda kapıyı açmadan önce elektrik sigortasını kaldırdım ama bende hala bir ışık yanmamıştı. Yılların kurdu olan babam hemen anladı saniyeler sonra yaşayacağımız felaketi.

Zaten apartmana girdiğimizde ilginç kokular geliyordu ama ev kapısını açtığımızda olayın farkına vardık. Ağzına kadar dolu olan buzdolabımız elektriksizlikten sitem etmiş ve içinde ne varsa ısıtmaya başlamış. Bu süreç bir haftayı aşkın süre boyunca devam etmiş. Sonuç? Ömrünüzde koklayabileceğiniz en kötü koku. Hiç birşeye benzemiyor. Yani tabir etmek için benzetme yapabileceğim hiç birşey yok. Et, karpuz, peynir, reçel, zeytin, yemek artıkları, yoğurt, yağ vs vs'nin üzeri pamuk pamuk ilginç bakterilerin habitatı olduğunu gözününzün önüne getirin. İşte öyleydi.

Hemen poşetlere sarılıp buzdolabında ne varsa 4 poşete sığdırıp bir an önce çöpe çıkarmakla başladı görevim. Babama da "sen dinlen ben icabına bakarım" şeklinde bi erkeklik yaptım. Çöpe çıkarmakla yetmiyor meretler, sıra geldi buz dolabının silinmesine. Çamaşır suyuyla bildiğimiz suyu bi kovada birleştirip işe başladım. Lavobodaki bulaşıklar da tabiki ilginç hallere girmiş. Buzdolabı bittikten sonra bulaşıklara da giriştim ve 05.30'dan şu saate kadar olan gayretim sonuç verdi. Ortalık pırıl pırıl lakin ev hala leş gibi kokuyor. Umarım yakın zamanda geçer kokusu.

Siz siz olun, buzdolabında herhangi birşey varsa onu elektriksiz bırakmayın.
dahası...


Türk halkı olarak biriyle sevgili olmak ve ona sahip olmak arasındaki farkı bi türlü kavrayabilmiş değiliz.

Şok marka litrelik vişne suyum, Halk marka küp gofretim (süper bişey ama, denemeyen varsa) Winston softum, kültablam, haşat haldeki kucak bilgisayarım ve winampta Kesmeşeker'imle birlikte internet aleminde gezinirken ne zamandır aklımı kurcalayan, sinir eden bu konuyu birileriyle paylaşmak istedim. Aslında konuşma konusunda daha iyiyimdir, yazmayı pek sevmem lakin kimim kimsem yok, gecenin bi yarısı...

Aranızda bu dertten muzdarip olan arkadaşlar var biliyorum, onlar da kendilerini biliyorlar şimdi burada isim verip rencide etmek istemiyorum.

Konumuza dönelim. Bir insan neden karşı cins yada hemcinsiyle bir ilişki içerisine girdiğinde onun herşeyini kontrol etme ya da her haltına burnunu sokma gayreti içerisine girer anlam verememekteyim. Giyim kuşamına, yediğine içtiğine, gezdiğine tozduğuna vs. Bu beraberlikteki her iki insan da ayrı ayrı bireylerdir. Birbirlerini tanımadan önce de bu hayatı sürdürüyorlardı ve birliktelik yaşamaya başladıktan sonra da bu hayatları olduğu gibi devam ediyor. Tek fark hayatında artı olarak birliktelik yaşadığı insan var. Bir insanla duygusal açıdan bir birliktelik yaşamaya başladıktan sonra o iki insan tek bir insan haline dönüşmüyor. Aynı şeylerden zevk almaya başlamıyorlar. Eskiden neyse hala o insandır onlar. Ayrı Ayrı birer birey olduklarını göz ardı ediyorlar.

Bir sevgilinin kesinlikle diğerinin hayatına burnunu sokma yetkisi olduğuna inanmıyorum. Özellikle arkadaş seçimi konularına girmesini kesinlikle hazmedemiyorum. Örneklerini yaşadım, şahitlerim var bu sitemim öfkem bundandır. Hele ki arkadaşlarından kıskanıp onlara ayıracağı vakti bi şekilde çalmaya çalışan sevgili kişisine ayrı bi nefret beslerim, kim olursa olsun. Arkadaşlık kutsaldır lan, ne haddine senin bi başkasının arkadaşlık ilişkilerine karışman.

Annemin babamın bana sormadığı hesabı beraber olduğum kadınlar sordu, ailemden yemediğim azarı onlardan yedim. Kimsin sen ya!! Hayatıma müdehale etme hakkını sana kim veriyor?
Ben bir bireyim herkes ayrı ayrı birer bireydir. Bunun ayırdına varılmalı. Ben sokakta şarap içmeyi seviyorsam bana uymak zorunda değilsin. Sen de git arkadaşlarınla barda bira iç. Gece sokakta takılmayı seviyorsam buna saygı göster. Annem gibi durmadan "o saatte dışarda ne işin var? başına birşey gelir" demeyi kes. Benim zaten bir annem var, başka bir annye ihtiyacım yok.

Sanırım işte bu yüzden büssürü kıymetli arkadaşlıklarım ve elle tutulur çok az sevdiğim kadın oldu. Bi insanla sevgili olmaktansa arkadaş olmayı tercih ettim hep. Çünkü arkadaşlarıma çok falza değer veririm. Herbişeyimdir onlar benim. Ve bence insanın hayatta sahip olabileceği en değerli şeydir dostluk. Laz diye bi arkadaşımızın pek değerli vecizelerinden birisi; "Sevgili herzaman bulabilirsin ancak dostu zor elde edersin ve sevgililik hadisesi geçicidir, eninde sonunda arkadaşlarına dönersin"dir. "Uyuyanın yemek hakkı olmaz" da demiştir ama o ayrı bir vecize :)

Dinim dostluktur, kıblem onların yüreği.

Dostlar candır.

Umarım taş yerini bulur.
dahası...


Evet, kendimce ahkam kesmek için buradayım.

Son sıralar (yaklaşık 2-3 yıldır) dünyayı kasıp kavuran cnbc-e dizilerine eğileceğim bu yazımda. Ben hiç Lost izlemedim, bi kaç kez göz gezdirdim ama bağlanmak istemedim, izlemedim. Aynı şekilde ne haw ay met yor madır ne de may neym iz örl izledim. Şimdi "bana ne senin ne izleyip izlemediğinden" diyen bazı değerli yurttaşlarımız çıkacaktır. Hakkaten size ne. Her ne kadar izlemedim desem de bir kaç bölüm seyretmişliğimiz var hepsinden. Sadece onlar değil çizgi diziler de aynı şekilde bi femili gay olsun bi simsıns olsun bi saut park olsun izleyemedim bi türlü, takipçisi olamadım.

Böyle bir giriş yaptıktan sonra asıl konuya gelebilirim. Dediğim gibi çok fazla izlemedim bu dizileri ancak haklarında ahkam kesecek kadar konuya vakıfım. Peki neden izlemiyorum bu dizileri? Şöyle etraflıca düşününce bana katacağı hiç birşey yok ve saece vakit geçirmeye yarayacak. Tamam elbette buna benzer gereksiz şeylerle harcıyorum zaten vaktimi lakin bu dizilere karşılık olarak güzel önerilerim var ondan dolayı böyle bir tutum içerisindeyim bu dizilere.

Ne zaman ki ilk kez bir anime izledim, buna benzer yargılar oluştu bende. Cnbc-e dizilerinde sadece hırs, aksiyon, entrika ya da laylaylom var. hani öyle izliyosun ve geçip gidiyo. İllaki bir dizi takip etmek isteyen yahut vaktini bu yönde harcamak isteyen olursa anime dizisi takip etsin derim. Mesela bi slam dunk bi naruto izlerken insanda birşeyler kıpırdanıyor. Bu adı geçen animelerde bir şeyi gerçekten isterseniz başarabileceğiniz, çalışmakla herşeyin mümkün olduğu, dostluğun herşeyden önemli olduğu gibi temalar alttan alttan size işleniyor ve bölüm bitince ya da dizi tamamen bitince bi enerji, bi hırs, başarma isteği, çalışma azmi gibi duygular sarıyor dört bir yanınızı. Hiç birşey için pes etmemeniz gerektiği falan. Hem cnbc-e dizileri gibi gülüyorsunuz da. En az onlar kadar sürükleyici, eğlendiren, ağlatan yapıtlardır animeler. Bünyeye de iyi geliyor.

Animeleri sevin.
dahası...


Blogta ağlama duvarına döndü ama napiim.

Zamanında msn sıpeysime yazdığım şu iki yazı dikkatimi çekti.

"Zamanında demiştim ilerde başkasıyla evlensemde çocuklarıma anlatacağım birisin die, düşünüyorumda değişen bişey yok hala başka birisi olsa bile anlatıcam seni kızıma dicem böle böle biri vardı, uzaktaydı korktum cesur biri değildim şu an onun genlerini taşımıosan benim korkaklıım dicem. Bilsin. Bende hıyarlıımı biliim. Var içimde hala bişeler ufak ufak yel estiinde alevlenecek gibi oluo tutuorum kendimi, kor halinde duruo. Hatta düşünüorum bile bazen, tanıyanlar bilir düşündüüm nadirdir, ama kafamı kurcalayan bi maddi sebepler bide Şebnem öle işte anlatıcam seni çocuklarıma kim bilir belki beraber annatırız ben cesaret edebilirsem zaten canım sıkkın dertlerimden birini paylaşmak zorundaydım buda öle bişe..."

"Seviom lam seni! Hayatımda bi kere üç boyutlu görmüş olsamda, bi kere dokunmuş olsamda, hayatıma başka insanlar girip çıkmış olsada, sana kavuşmak hayal olsada, sesini bile çok az duysamda seviyom seni (oh be!). Ama hala korkağım, sadece şunu bil, ruhumun derinliklerinde bi yerlerde bi kütleye sahipsin! Hepsi bu..." (bu yazıyı noktasına virgülüne dokunmadan itaf ettiğim kişiye göndermiştim sms olarak. Cevap mı? "Ben senle aynı duyguları paylaşmıyorum!")

Bu bahsi geçen yazıları çok iyi hatırlıyorum. İlki 18 Eylül diğeri 7 Ekimde yazılmış ama senesi meçhul. 2007 de olabilir 2006 da. Feci bişey aşık olmak, hakkaten.

Şebnem'le tanışmamız 5 yıl öncesine dayanıyo, çok iyi hatırlıyorum okula yeni başladım baktık beleş internet falan dadandık internete. Bi mail gelmiş tanımadığım bi adres. Bi arkadaşıyla dedikodu eder gibi bi maildi ama yanlış geldiği ortada. "Yanlış adrese yollamışsın" dedim, özür maili geldi falan neyse muhabbet koyulaştı falan derken ne olduğunu anlamadan uzaktan uzağa bi beraberlik yaşıyo gibiydik. Bi kere Bursa'ya gittim, gezdik, oturduk, muhabbet ettik. Sonra korktum. Yapamazdım ben uzaktan. Ayrıldım. Bi mazeret buldum ayrıldım işte. Sonra o Şebnem ateşi hiç sönmedi.

O olaydan epeyce bi sonra 2 yıllık bi ilişkim oldu. Ama yastığa ne zaman kafamı koysam Şebnem'i düşündüm. Bi türlü başka kimselere aşık olamadım. Çok kişiyle beraber oldum ama hep Şebnem'i düşündüm, şimdi napıyodur acaba, başka birileri oldu mu acaba hayatında, başkasına aşık oldu mu?

Hala aynı. Bi rakı sofrası olsun, Orhan Baba alttan çalsın yada Zeki Müren aklımda ilk canlanan resim Şebnem oluyo. demlendikçe daha bi belirginleşiyo. Atmadım Şebnem aşkımı içimden, atamadım. Sanırım istemedim de atmayı.

Neyse öyle işte ilerde kızım olunca adı Şebnem olcak eğer annesi Şebnem olursa bi isim düşünürüz :D
dahası...


"Vay efendim ben gençliğimde şunları şunları yaptım" desen de yetmiyormuş. Tamam biz de annemizin dizi dibinde büyümedik, 15'li yaşlarda başlayıp ne kadar "çılgınlık" varsa yaptık. 2-3 yıl punk yaşadık, sokaklarda pinekledik, sinyal ve otostop çektik, tanımadığımız insanlarda yattık kalktık, türlü badireler atlattık, kırdık-döktük, içtik-dağıttık, çok gezdik çok gördük. Hepsi tamam ancak ne kadar yaşarsan yaşa yetmiyormuş.

Sanki bunca yıl saksı gibi yaşamışım gibi geliyor. Hiç bişey görmemiş, hiç yaşamamış, eğlenmemiş gezmemiş tozmamış. Yetmiyor birader. Ama ne hikmetse kımıldayamıyorum da yerimden. İş-güç yoğunlaştı ve büyüdük. "Giden topun peşinden, işlerin peşine, büyümek yoktu dostum verilen tüm sözlerde..." Valla Cenk Abi ne diyosa doğruymuş. Kendimi birden bire çok yabancı olduğum ticaret-yatırım-sanayi sektörünün ortasında buldum. Saç-sakal şekle girdi, kıyafet ona keza. Noluyoruz ya?! Kendimi tanıyamaz oldum. Bu tarihlerde benim normal şartlar altında ya Ankara'da dostlarla pinekliyor ya da İstanbul'da falan geziyor olmam lazımdı.

Sadece işe güce de suç atmamak lazım. Dedem de rahatsız hiç kimse bi yere kımıldamıyor. Tüm akrabalar seferber olmuş durumda. Bekliyoruz. Umarım bir an önce düzelir de millet derin bi nefes alır. Dedemle de o kadar yakın değildik ama ne de olsa hem yakın akraban hem de bi can. İnsan ister istemez üzülüyor. Gerçi kaçırdığım fırsatlara daha fazla üzülüyorum sanırım.

Geçen gün msn'de arkadaşa rasladım. "Napıyosun?" dedim, "Patara'yla bilmem nerenin arasında bi köydeyiz" dedi. Yalınayak rainbowcularla geziyolarmış. Allah kahretsin tam da arayıp bulamadığım ortam, kesinlikle orda olmalıydım. Aşşa yukarı 1 aydır yollardalarmış, aç kalınca müzik yapıp yemeklik malzeme çıkaracak kadar para kazanıp sebze pişirip yiyolarmış. Çoğu zaman köylüler de yardımcı oluyomuş tabi bunlara. "2-3 güne Patara'ya geçeriz gel oraya" dedi o anda bir "cızzz" sesi geldi içimden. "Belki bi gün biyerlerde karşılaşırız" demekten başka bi çarem yoktu. Tam istediğim fırsat idi.

Tek eğlencem şu beyaz ekran olmaya başladı. Feysbuka gir, farmville oyununda tarla sula, domates biber ek-kaldır. Popmundoya gir, konserleri takip et nası geçmiş diye. Arada eski arkadaşlarla buluş, frekans uymadığından o da sarmıyor. Her ufak çocuğa yo-yonun ne olduğunu anlat (elimde görünce hepsi soruyo tabi). Kıyafetini düzelt, kırmızı gömleğin üstüne o yeleği giyme, dede kasketi takma... Kütahya'da yaklaşık 2 aydır bulunuyorum ve keçiler kaçmak üzre, kaçarsa o keçiler feci dağıtır ortalığı demedi demeyin.

Tek umudum Viyana. Üniversiteden kabulüm geleli çok oldu, yurdu bile tuttum. İş pasaport çıkartıp konsolosluğa gitmeye kaldı. Burdaki işlerden dolayı orayla da ilgilenemiyorum. Viyana'ya kapağı atınca rahatım diye düşünüyorum ama tam anlamıyla öyle olmucak sanırım. Ortaklar Almanya'da, dolayısıyla toplantıydı bilmem neydi falan derken 2-3 haftada bir Almanya'ya gitmem gerekebilir.

Benim hayalim hiç böyle değildi. Bi tutam saçım var zaten onları da uzatıp dreadlock (rasta) yaptırcaktım, bendirimi götürüp Viyana'da telli, üflemeli veyahut yaylı çalgı çalan arkadaşlar edinip sokakta müzik yapcaktım. Bar grubu bulup davuluna geçicektim. Otostopla tüm Avrupa'yı dolaşcaktım. Oralar bitince de bu işler kendi kendine tıkır tıkır işlicekti ben de 30'umda emekli olcak heryeri gezcektim. Tibet'e, Hindistana, Yeni Zellanda'ya... Master yada doktoramı Japonya'da yapıp, 3-5 yıl orda yaşıcaktım.

İnsanoğlunun yaşam süresi 60-90 yıl arası bişey. 22'si geride kaldı, kaldı 40 ila 70 yıl arası bişey. Bu ömrümü de İşlerin peşinde koşarak harcamak istemiyorum ya da gerekesiz bi sürü zırva ile. Karnımı doyurduktan sonra daha da ihtiyacım yok para pula. Mal mülk için hiç hırsım yok, sadece öğrenmeyi seviyorum. Gezip görmeli, araştırıp öğrenmeliyim. Ne olursa. Aşçılık, jonglörlük, tasarımcılık, çalgıcılık, edebiyat, dil, coğrafya, kültür...
dahası...


Memleket… Herkeste farklı bir his uyandırır. Nedense bende hep bi gerilim, bi karmaşa, tantana hissi uyandırıyor. Kütahya’nın Tavşanlı ilçesi. Öyle ilçe deyip geçmemek gerek, zamanında termik ve linyit elektrik santralleri varken çok göç almış. O santraller hala var ama hem özelleştirildi hem de tam kapasite çalışmıyor dolayısıyla işçi nüfusu azaldı ama Tavşanlı hala kalabalık. Nüfus 66000.

Tamam, her yerde insanları kıskanma olur ama burada hat safhada. Yahu bi insan kardeşinin başarısından da mı memnun ya da mutlu olmaz? Her tarafta birbirinin kuyusunu kazmaya çalışan onlarca insan. Düşene bi tekme de en yakınından. Arkanı kollamadan yaşamak çok zor. Bu yüzden doğduğum toprakları sevmiyorum, sevemiyorum.

Lakin baya bi değişmiş buralar. Önceden -bundan 5 sene öncesi- küpeyle yada ilginç kıyafetlerle falan ortalıkta dolaşman söz konusu bile olamazdı, şimdi ise Tavşanlı’nın yerli halkı bile kulağını deldirmiş yada gayet Ankara, İstanbul’daki gibi giyiniyorlar. Sanırım buraya yüksek okul açılması burayı az da olsa açmış ama kafalar hala eski. Batıl inanç ve aşırı İslamcılık bi çok insanın hayatında yer etmiş durumda. Nur cemaati ve Süleymancı cemaati aralarında kapışma halindeler. Her dükkanda illaki Zaman, Vakit, Yeni Şafak gazeteleri görünür bi şekilde masalarda duruyor (yoksa onlardan alışveriş yapılmıyormuş !?).

Esnafı da bi ilginç. Açlıktan nefesi kokan adam (kusura bakmayın kimseyi aşağılama gibi bi niyetim yok ancak cidden bu şekilde anlatabilirim sadece) Müşterisine bokmuş gibi davranıyor. Herkes ehlikeyif. Hiçbir işinle ilgilenmiyor, ilgilenmeyi bırak yüzünü dönüpte “şu işim var birazdan gel” yada “şu arkadaş baksın o işe” demiyor.

Hal böyle olunca memlekette birçok depresyon, şeker ve kalp hastası var. İnsana değer sıfır. Her şeye sinir oluyorsun, herkese laf anlatıyorsun, dedikodu yapıyorsun. Zor. Hakkaten burada yaşamak çok zor. Bir şeylere sinirlenmeden kesinlikle gün bitmiyor.

Tabi bunun yanında güzel olan bir şey yok mu? Elbette var. Mesela büyükşehirlerdeki mendilci çocukların yerine baskülcü çocuklar var ve büyükşehirlerdeki gibi değiller. Mesela bi keresinde yoyo oynayarak yürüyorum, arkadaşlara gidicem geç kaldım.

- Abi bi tartıl abi.
- Ya param yok.
- Abi elindeki ne?
- Oyuncak.
- Vallaa!! Nası bişey bakem mi?
- Valla acelem var sonra oynarız beraber.
Oynayarak yolda devam ediyodum o da bakıyodu.
- Abi bi daha yap bakam.
Bikaç hareket yaptım (braintwister, trapeze, bomerang, double or nothing, stop and go)
Çocuk baktı baktı,
- Ya gavur yaaa.
Çok güldüm ya :) Bizim bu tarafların şaşırma şeklidir bu. Aynı çocuk arabayla giderken önümüze çıktı, yol kapalıydı beni görünce;
- Abi, bildin mi beni? Hani tekerlek gösteceedin ya. (Tekerlek = yoyo)
- Bildim bildim. Ama yine işim var sonra gösterem.

İşte memleketimin tek sevdiğim şeyi ağzı. Tipik ege ağzı ama biraz daha kendine has. “Sadıç siz siz gidegon gali, biz geliyoz”. Meali: Kanka siz önden gidin biz geliyoruz. “ Yok galan olcek şey dey bu ettiğin”. Meali: Senin bu yaptığın olacak şey değil. Cidden çok eğlenceli. Burada ben de kaptırdım bu ağza, ne de olsa temel var buranın insanları gibi konuşabiliyorum =).
Bi de babannem. Cem Yılmazı koy karşısına karşılıklı geyik yapsınlar Cem Yılmaz pes edip gider. Ömrümde onun kadar geyik yapan ya da hazır cevap olan başka bi insan görmedim. Örneğin babamın SSK borçlarıyla ilgili bi kağıt köye babannemlere gelmiş, babannemin okuma yazması yok. O da almış kağıtları bi köşe sokuşturmuş.

- Ay Amet, adam geldi bu kağıtları vedi gitti. Niidini bilemedimdi bende bura godum.
- Ana adamlar para vecekmiş alsaydın ya.
- Bildiydim para vecekleeni emme kaç paraydığını bilemediğimden buraya alagodum.
Bir diğer örnek; Dedem namazdan harap bi şekilde geldi sıcak vurmuş, adam zaten hasta, şekeri var kolesterolü var, kalbi var falan filan.
- Adam gel kafana su tutam kendine ge.
- Garı ölüyom ben ne suyu.
- Nereye ölüyon bu sıcakta? Kim gazıvecek senin mezarını? İş çıkarma başıma.
İşte böyle. Bir buçuk aydır buradayım, çıldırmak üzereyim ve gördüklerimi aktardım. Olur da yolunuz bu tarafa düşer yada burada yaşamak zorunda kalırsanız bu yazı yardımcı olacaktır.

Sabrınız için teşekkürler :D
dahası...


Ben senden hiç ayrı kalmadımki,
Senden ayrı olmanın ne demek olduğunu bilmiyorum.
Ama seninleyken de olmuyordu kabul et,
Ama bu duruma katlanamıyorum.
Senle ben bi götün iki ayrı lobu gibiydik
Ayrıyken hiç bi anlam ifade etmeyen
Beraberkende tek yapabildiğimiz
Sıçmaktı...

Bilmiyorum şu anda nerdesin
O günden beri görmedim seni
Aynı sandıkta oy kullandık, aynı partiye attık sanıyordum
Ama öğrendim, Melihe vermişsin
Gelme, istemiyorum seni artık,
Şimdi bilmiyorum zaten nerdesin
Belki Çorum, belki Merzifon, belki Kastamonu...
Lakin dikkat et sevgilim
Daş düşebülü
Ayı çıkabülü
dahası...


- En az parayla, en uzun süre geçinebilmektir.
- Sosyal çevren çok geniş olması lakin o insanlarla takılamamandır.
- Alkolü mekanlarda değil, sokakta tüketmektir, dolayısıyla punk kültürünün dayatılmasıdır.
- Gideceğin yerlere geç kalmandır (toplu taşımaya para vermemek için otostop çekmek, yürümek...).
- Winston Soft içmek yerine Adıyaman tütünü sarmandır.
- Çok sevdiğin bi grubun konserini 5 liran dahi olmaması yüzünden kaçırmandır.
- Yemek yemek yerine abur cuburla karnını doyurmandır.
- Alkol mü yemek mi? sorusunda "ikisi de" diyemediğinden zor kararlar vermektir.
- Yeni bir uğraşın olamamasıdır (Mesela jonglörlük için malzeme gerek, rtim kursu için de keza).
- Ülkenin en pahalı okuluna devam etmek ve harçlık dahi götürememektir.
- Yine aynı okulu senelerce uzatmak demektir (para ödemezsen ders vermezler)
- Evi sevenlerin aksine sokakta olmayı herşeye tercih etmek ama mecburiyetten evde takılmaktır.
- Oturduğun kafede herkesin kahve, çay ve bilimum içilip yenilen şeyleri tüketirken "canım bişey istemiyo ya" demektir.
- Akşamları eve dönerken "arkadaşlar ya var mı aranızda teklik kartı olan" demektir.
- Eve dönebilmek için 3-5 araç değiştirmektir (otostop).
- Sürekli diğer yaşamları sorgulamaktır ("ulan adam 500 lriaya mont almış, ben o parayla bi yıl geçinirim")
- Otomobilinizin olması (72 model VW T2 Bus) ancak aksaklıklarını gideremediğinizden kapının önünde yatıyor olmasıdır.
- Uzun süreli yalnızlık sonrası bir kız arkadaş isteyip sonra onu dışarı çıkaracak maddi imkan olmadığından her yazdığınız kızla kanka olmaktır.
- İnsanın kendine yakışanı giymesidir.

İleride bu yazdığımı gülümseyerek okuyacak olsam da, şu anki çulsuzluğum gerçekten rahatsız edici.
dahası...



Hayat bi kitaptı,
Bunda hemfikirdik.
Sen o kara kaplı kalın kitabı altını çize çize okudun,
Gereksiz bir sürü bilgi,
Gereksiz bir sürü yazı.
Ben ise resimlerine, fotoğraflarına baktım sadece,
Aynı şeyler öğrenilebilrdi,
Belki daha da fazlası.
Ben yaşadım o kitabı,
Hayal gücümü kullanıp dünyayı öyle gördüm,
Kırmızı gözlüklerim ardından.
Sen ise dayattıklarını gördün,
Gösterdiklerini.
Ama başarı o gereksiz satır aralarındaymış,
Ben eğlendim,
Sen sadece öğrendin.
O kitabın üçte birini ikimizde bitirdik,
Ben eğlenmiş ve vasat başarılı bi insanken,
Sen başarılıydın.
Pişman değilim,
Geri kalan üçte ikisinin hala fotoğraflarına bakıyorum,
Sen okumaya devam et,
Nasılsa aynı sonla bitiyor kitap.
Zaten,
“Sonra hepbirden konuşmakla sınırlı herşey”
dahası...


(msnde arkadaşa nasıl anlattıysam aynen geçirdim, paylaşmak isteyip hemde üşendiğimden yazmadığım bi anımdır)

cuma öğlen canım sıkıldı diye evden çıktım
cebimde sadece 10 kuruş var
neyse beytepeye gittim otostopla
beyde falan oturduk
muhabbet falan grup işlerini de konuştuk
sonra kuşlara falan baktık ben ordan bilkente geçtim
jonglörlüğe
neyse onlarla da oynadım
sonra sümer aradı
dedi odtüde çeşmenin yanındayız nerdesin
dedim bilkentteyim eve gitcem param yok
oda hallederiz gel dedi
bi otostop daha odtu
orda da nekropsi izledik
çok süperdi
ordan çıktık bi otostop kızılay
bunlar kara güneşe gidelim dediler konsere yine
ordan da oraya girdik
oda güzeldi
neyse sonra ben cebeciye kuzene gittim orda kalcam diye
gittim orda da oturduk baya
sonra uyuduk sabah kahvaltı falan ben eve gidicem diye niyetlendim tekrar
behlül kızılaydaymış onla dönerim dedim
onda kart vardı
tam olgunların ordayım kereme rasladım
bizim okuldan
bide aramıştı cevapsızı vardı bende gelemicem abi para yok diye mesaj attım
mesaj ulaşmadan ben rasladım falan
neyse
oda bende var dedi
fotoğraf falan çekcez beraber döneriz dedi
tunustan bi arkadaşını aldık
1-2 saat sada solda fotoğraf çektik
sonra birer bira içelim öyle gidelim eve dedi
bede bira yerine şarap aslsak daha ucuza gelir dedim
öyle yapalım dedik
sonra bestekara çıktık şarabımızı aldık
sokağa kurulduk
tuğçeyi aradık
oda geldi
sonra birden bissürü insan geldi
bi anda punk bi grubun ortasındaydık
herks deri ceket falan
sonra ben zuhale mesaj çektim var mı içesin diye
oda olmaz mı dedi
kızılaydaymış zaten
o geldi
keremle 3 şişe zuhalle 1 şişe şarap içtik
zum oldum orda
yolda yürüyemiyodum
sonra zuhallerin yanına gittik kızılaya
onlarda takılcaklarmış zaten
akşamda dipsahnede queen tribute grup varmış
dipin baş barmeni gibi bi eleman bizim arkadaşın erkek arkadaşı
o aradı bize beleş girş ayarladı
öncesinde sakaryada döner falan yedik
sonra gittik dipsahneye
orda da dans ettik tepindik
ordan naapsak dedik saat 2 oldu
o barmenin evine gittik zuhal arabayla bıraktı seyran bağlarına doğru bi yerde
5e doğru uyuduk
sabah kalktık
keremde de bende de para yok
dedik okula gideriz ordan otostopla eve varırırz
çıktık zuhal aradı
geliyom falan
bikem ben kerem zuhal bilkente gittik arabayla
orda da hazır gelmişken jonglörlere bakalım dedik
tam giriyoduk salona içerden bizim jonglör hocamız çıktı
keremle de tanışıyolarmış zaten
neyse ayaküstü sohbet falan
sonra tek otostopla hemde 3. araba ilk duran arabayla eve kadar geldik
bu kadar
dahası...


(Saklıfest - 07.03.09, Sahnede Direc-t)

Msn başında pineklemelerimden birisiydi yine. Pidonsu telaşla msnden "saklıfeste gider misin?" yazdı. Ulan ne alaka ben yaydım yumurtalarımı msn başında pinekliyorum. "Ya fotoğrafçı yardımcısı olarak giricen, para pul ödemicen" dediğinde ise şimşek çaktı. "Olur valla" dedikten sonra bir de baktım ki 5 kuruş param yok. Sadece tek gidişlik otobüs kartım. E hadi hayırlısı. Çıktım evden, önce otostop çeksem diye düşündüm ama geç kalırdım zaten otobüste gelmişti. Atladım otobüse, Saklıkent'in yolunu tuttum. Kapıya geldiğimde Murat'ı aradım, elinde "teknik" yazan yaka kartıyla geldi. İnsan kendini bişeymiş gibi hissediyor :)

Üst kat balkona mevzilendik, Murat bana yapmam gerekenleri söyledi, hafıza kartını bilgisayara boşaltıp, bilgisayar ve objektiflere mukayet olcam. Tamam basit yaparız :)
Murat hafıza kartını veriyor ben boşaltıyorum, o sıra diğer hafıza kartını dolduruyo falan. Önce TNK çıktı, beğendim elemanları, güzeldi. Direc-t çıktı, baya eğlenceliydi, haydi lililili yar bile coverladılar :D ama yerimden kıpırdamadan eğlenmek zorunda olduğumdan artık sıkılmaya başlamıştım. Can imdadıma yetişti :) Direc-t bitti Can geldi. Bira ısmarladı 3 tane saolsun :) böylelikle kafam hafif kırılmaya başladı, sigarayı da otlanınca keyfim hepten yerine geldi. Ardından beklenmedik bi şekilde Hulki de geldi :) böylelikle tüm neşem yerindeydi. Bilgisayarın şarjı bitince mecbur Can ve Hulki'yi masanın başına bırakıp içeri geçtim bilgisayar şarj etmeye. Direc-t'in kulsite şarj ettim, insanlarla da muhabbet ettik. Bu arada kızılaydan yüzüne aşina olduğumuz bi kız vardı, Bilge'yle aralarında sözlenmişler. Çok şaşırdım. Vay canına! Aslı'yı izlemedik bile zaten içerde Direc-t'le takıldık. Bu sırada da bilgisayarın şarj işi halloldu. Veee sahnede Kurban. Adamlar hala deli gibi çalıyo ama gözlerinin feri gitmiş, onlar da yaşlanmış bea :/ Performansları şahaneydi. konser bitti Murat hala foto falan çekmekle meşgul. Dedik bizde çekilelim Kurban'la. Hem belki sohbet ortamı oluşur falan. Umduğumuzdan da fazlasını bulduk :) 2'de konser bitti, biz 4'e kadar Deniz'le, Burak'la bide Özgür'le muhabbet ettik, geyik yaptık. Kerem başka yabancı kızlar vardı onlarla ilgileniyodu pek sokulmadı :D Muhabbet te süperdi, Murat zaten Deniz'in kankasıymış İstanbuldan. Bizde onların samimiyetinden nimetlendik :D Bunların kulisinde içilmemiş 2 tane yarım votka vardı çaktırmadan onları da çaldık :D bana kaldı onlar :) Sonra Kurban'ı da minibüslerine uğurladıktan sonra Hulki'nin arabaya doğru yürüdük. Murat Saklıkent'ten alacağı parayı alamadığı için çulsuz kaldı, Deniz aradı falan "gel olm bende var para" muhabbetleri geçti. Onun koşuşturmacasını yaşadık bi ara. Herkesi evine, kalacağı yere bıraktıktan sonra Hulki beni eve bırakıyodu. Yolda da iki lafın belini kırdık. 4.30'da evdeydim. Babam votkalara çok sevindi tabi :D

Sonuç olarak; Cepte beş kuruş yokken bile krallar gibi eğlenebilir, hatta umduğunuzunda üstüne çıkabilirsiniz :D tek yapmanız gereken, doğru yerde doğru zamanda bulunmak ve tabiki kral arkadaşlara sahip olmak. Saolun lan tekrar :)
dahası...



Geçen dönem beş ay evde yatalak gibi yatıp durduğumdan dolayı bu dönem pek bi yoğun geldi gözüme. Aslında yoğunluk derken anca 4 ders kapabildik, geri kalan vakitleri sosyalleşmeye ayırdık. Sanki biraz abarttık.

1- Jonglörler topluluğu. Geçen hafta pazar günü tanıştım topluluğun insanlarıyla. Öncesinde evde kendimce yaptığım toplarımla zaten temelimi oluşturmuştum. Jonglör nedir, ne yapar? Jonglör kimse top, laput, sopa, diabolo ve benzeri bi çok şeyi çevirir. Bende onlardan biri olmaya çabalıyorum. Daha çok başında olsam da büyük bir zevkle ve hırsla devam ediyorum. Ne zevkli, ne rahatlatan birşeymiş bişeyler çevirmek. Eğer vaktiniz varsa bi ara uğraşın derim. Çalışmalarda yol gösteren arkadaşta süper, kafa dengi falan. O da mezun olup gidiyo bu dönem. Gitmeden önce bişeyler kapmam şart, öğreneyim. Aslında kendimce çevirdiğim yoyo bile zevkliydi. Jonglörlük adına onu gelişrmeyi önceliğim olarak atadım.


2- Okul rtim kursu başlatmış!? Alla alla bizim okulda bu kadar aktivite, etkinlik olur muymuş ya? Demekki varmış. Gerçi iyiki de var hep başka okulların etkinliklerini görüp ah ederdim. Bizde de böyle bişey yapmaları beni okula az da olsa ısındırıyor. Ona da devam etmek şart.

3- Grup teklifi geldi bugün=) Buna harbi sevindim ama. Uzun zaman sonra tekrar davul başına geçicem. Ve bununla birlikte; Perşembe, cuma, pazar: Jonglörlük eğitimi, salı: Rtim kursu olmakla beraber haftanın dört gününü bu uğraşlara verdikten sonra geriye üç günüm kalıyor. O sıralarda da ders çalışırım(!), müzik işi olur. Güzel olur. Arada bir alkol almayı da ihmal etmemek lazım.

Not: Topluluk çalışmaları sırasında duyup beğendiğim bi grup var paylaşmadan geçemeyeceğim. Abakus. Bi tadına bakın aklınıza gelirse.

Söylemeden geçemem, bugün otostopta kırmızı bi vosvos durdu :) hemde aynı okula gidiyoduk. Okula kadar beraber geldik saolsun muhabbetini de Mualla (vosvosun adı) sını da esirgemedi.
dahası...


yufkayureklikelgobekli.blogspot.com adında bi blogum oldu. Yaşasın!? E ne işe yarar bu? Ben sadece film ve müzik ararken kullanırdım bu blogspotu, hiç böyle blog tutayım vay efendim bişeyler yazayım diye düşünmezdim. Ne oldum dememeli. Ya zaten buna benzer blogmuş, günlükmüş falan bana hep dramatik gelir. Yok mu anlatacak kimsen, git onlara anlat neyin varsa. Ama sanırım böyle yazılı durması daha iyi. Neden? E anlattıkların bi süre sonra uçup gidiyor, burda baki. Yine de insan buraya bişeyler yazarken yalnızmış hissine kapılıyor. Neyse, bakalım bakalım ne sıklıkla yazı yazıcam buraya. E vatana millete hayırlı olsun ne diyelim.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.