* Dut hikayesinden bir parça, henüz asıl yazının içine dahil etmedim, uygun bir yere koyacağım. Bakalım hepsini okuyabilecek misiniz.

"Sen neden vejetaryen oldun?" diye sordu başını göğsüme yaslayıp.
"Nasıl yani?" diye sordum, konu birden bire açılınca anlam verememiştim.
"Yani ne bileyim sağlıkla ilgili bir sorun mu? Yoksa böyle bir akım falan mı? Değişik mi olmaya çalışıyorsun?" dedi dalga geçer bir şekilde.
"Hee çok özeniyorum vejetaryenlere, o yüzden. Modası geçince et yemeye başlarım" dedim biraz tersleyerek.
"Ya hemen tersleme, anlamaya çalışıyorum."
"Yargılıyorsun! Anlamaya çalıştığın falan yok" gerçekten tepem atmıştı. "Ben senin tutum, davranış ya da tercihlerini yargıladım mı hiç? Ya da yargılar şekilde bir söz söyledim mi?"
"Haklısın, özür dilerim" dedi, başını göğsümden kaldırıp yüzüme bakıp "ama gerçekten yargılamak değildi amacım."
"Ekolojik denge ve hayvan hakları."
"Efendim?"
"Vejetaryen olma sebebim. Dahası da var tabi."
"Anlatsana biraz" diyerek daha ilgili bir şekilde dikti gözlerini gözlerime. Küvetin karşısına oturarak, göz temasında konuşmasına devam etti "ekolojik denge derken?"
"Dünyanın kaldırabileceğinden daha fazla hayvan üretiliyor. Daha fazla hayvan üretmek için de ağaçlık bölgeleri mera alanı yapmak için yok ediliyor ya da hayvan yemi üretmek için."
"Hiç farkında değilim."
"Özellikle fast food hamburger firmaları, şu dünya çapında zincir halinde bayilikleri olan."
"Öyle bir şey okumuştum sanırım."
"İşte o firmalar bildiğin fabrika gibi üretiyorlar hayvanları. Doğumundan kesimine kadar ahırdan çıkmıyorlar, gün yüzü görmüyorlar. Yani bir canlıdan çok sanayi malı muamelesi görüyorlar. Kesim şartları da ayrı bir sorun tabi."
"Kesim şartları derken?"
"Hayvanları bacaklarından asıp, testere gibi bir makineyle boğazlarını parçalıyorlar."
"Yaa! Tamam anlatma."
"Bir de 'islami usullere uygun olarak kesilmiştir' denir, hiç sanmıyorum. Her hayvan için salavat getirip 'bismillahi Allahu ekber' dediklerini hiç sanmıyorum."
"O ne demek?"
"Yüce Allah'ın adıyla."
"Onu mu demek gerek?"
"Evet. Besmelede 'bağışlayan, koruyan Allah'ın adıyla' denir ama ortada kesilen bir hayvan var, bağışlama tezat olacağı için öyle denir."
"Yani tam anlamıyla helal sayılmaz yediğimiz etler, öyle mi? Gerçi ben ilgilenmiyorum. Peki başka sebebi var mı?"
"Çook"
"Başka?" dedi daha fazla odaklanıp, ilgisini çekmişti konu.
"Mesela demiştim ya çok fazla hayvan üretiliyor, onun için ağaçlar kesiliyor falan."
"Evet."
"Doğaya tek zararı ağaç kesilmesi değil. Küresel ısınmanın başlıca sebebi olan karbon salınımı en çok büyük baş hayvanlar tarafından oluyor."
"Hadi canım?"
"Evet, istediğin kadar araştır. Büyük baş hayvanlar çok fazla karbon salınımı yapıyor, bunun yanında ekolojinin kaldırabileceğinden yani doğada olması gerekenden fazla hayvan olunca bu karbon salınımı katlanıyor, bu da küresel ısınmada en büyük etken."
"Tüm bunları nereden biliyorsun?"
"Araştırıyorum. Vejetaryen olmadan önce 2-3 yıl boyunca araştırdım, vejetaryenlerle konuştum, sonrasında tam olarak karar verdim. Öyle bir sabah kalkıp 'ben et yemiyorum artık' demedim."
"Peki yeterli beslendiğine inanıyor musun?"
"Tabii ki."
"Yani ne bileyim, yeterli vitamin, protein falan alıyor musun? Ette bulunan bir sürü vitamin, protein, mineral, ıvır zıvır var. Et yemeden yeterli gelir mi?"
"İnan fazlası var, eksiği yok."
"Cidden mi?"
"Elbette."
"Peki protein?"
"Baklagiller ve kuruyemişlerde ihtiyacın olan tüm protein var. Sadece B12 vitaminini alman gerekenden az alıyorsun ama zaten balık, yumurta ve süt ürünleri tüketiyorum, onlar yeterli gelecektir. Ya da organik sebzeler yani zirai ilaç, hormon kullanılmamış meyve, sebzeleri yıkamadan yersen onların üzerindeki bakterilerden de karşılıyorsun ihtiyacının bir kısmını. En olmadı takviye vitamin hapları alırsın."
"Hımm" ikna olmamış gibiydi.
"Ve ayrıca insan anatomisi otobur olarak evrimleşmiş."
"Ne gibi? Nasıl yani, anlamadım."
"Mesela dişlerin et çiğnemek için uygun değil, miden ve mide asidin de etleri sindirmek için yeterli değil. Tamam sindirebilirsin ama etoburlardan daha geç olur. Bağırsakların da aynı şekilde, otoburların bağırsak uzunluğuna daha yakın insan bağırsağı, etoburların çok daha kısadır çünkü et çabuk bakteri üretir ve bozulur. Bağırsakların uzun olunca orada daha uzun süre kalıyor sindirilmiş etler ve bu da dışkının daha kötü kokmasına, bağırsaklarında daha fazla bakteri üremesine neden olur. O yüzden etoburların bağırsakları çok daha kısa ve mide öz suları asidiktir."
"Oha! Tamam yeter, yoksa ben de yiyemeyeceğim."
"Doğduğundan beri hiç et tüketmemiş insanlar tanıdım, benden daha sağlıklıydılar. Yani 'et yemezsen yeteri kadar beslenemezsin' lafı sadece insanların aklına etsiz bir yaşam yatmadığı için."
"E nesillerdir alışmışız."
"İşte zaten cevap bu, alışmışız" dedim gözlerim parlayarak. "Et yemek alışkanlıktan öte bir şey değil. Nesillerdir böyle öğretilmiş ama belki ileride bu beslenme alışkanlığı değişir ve tüm dünya vejetaryen olur."
"E o zaman da doğanın dengesi bozulmaz mı? Nasıl diyeyim, bitkiler de oksijen üretiyor sonuçta."
"Ağaçları kemirmiyoruz canım benim" deyip bastım kahkahayı, sarılıp ensesinden öptüm Dut'un.
"Ya onu demiyorum, taşak geçiyor bir de."
"Anladım demeye çalıştığını ama şöyle düşün, sadece 10 kişiyi doyuracak bir hayvan en az iki yılda yetişiyor ve tükettiği bitki 200 kişiyi doyuracak kadar, o iki yılda yediği. Oysa bitki 1 bilemedin 2 haftada yetişiyor, en fazla 1 ay ve aynı kökten tekrar tekrar çıkıyor. Aradaki farkı sen hesap et."
"Yuh! Bunların hiç birini düşünmemiştim."
"Peyzaj okuyunca tasarımdan çok bunlarla ilgilendim ben. Sürdürülebilir bir yaşam nasıl inşa edilir, doğa nasıl tamir edilir diye, vejetaryenlikle başladım."
"Senin et yememen dünyayı kurtarır mı?"
"Belki evet, belki hayır."
"Ne demek o?"
"Belki benim et yememem yüzünden yılda bir hayvan daha az kesilir dünyada. Bildiklerimi insanlarla paylaşarak belki onları da bu duyarlılığa katarım. Kelebek etkisi yani."
"Vay be! Ne yalan söyleyeyim, Bilkent'te okuyorum deyince seni de o sığ adamlardan sanıp ilk seferde yaftaladımama sonra sende farklı bir şey olduğunu fark edip koştum peşinden, iyi ki yılmamışım."
"Şımartıyorsun."
"Hak ediyorsun" deyip sarıldı, öylece öpüştük bir süre.

(...)
dahası...


Belki bazılarınız önceden biliyordu (madem biliyordunuz neden haber vermediniz lan!) ama bilmeyenler için ufak bir araştırmamı paylaşmak istiyorum: WWOOF. Nedir WWOOF? Dünyayı daha yaşanır bir yer haline getirmeye uğraşan, buna organik tarım aracılığı ile katkıda bulunan oluşumun evrensel adı.

Ne mi yapar bu oluşum? Dünya çapında, her ülkede bu oluşuma destek veren yerleri tek çatı altında toplayıp, gönüllü çalışmak isteyenleri yönlendirir. Şöyle açıklayayım: WWOOF güven ve takasa dayalı kültürel ve eğitsel deneyimleri teşvik ederek, sürdürülebilir bir küresel toplum inşa etmek için, gönüllüler ile organik çiftlikleri bağlayan dünya çapında bir harekettir. (http://www.bugday.org/bugdaygil/Tatuta/?p=7&lang=tr#gonullu)

Siteden kaydınızı yapıyorsunuz (bkz: http://www.wwoof.org/), ufak bir meblağ kayıt ücreti ödüyorsunuz ve bir yıl geçerli kaydınız tamamlanıyor. Gitmek istediğiniz ülkenin kendi WWOOF sitesinden de başvuru yapabilirsiniz, hepsinin ingilizce ve kendi dilinde dil seçeneği var.

Kesinlikle kâr amacı gütmeyen, katılımcıların da kâr elde etmedikleri bir oluşum. Çalışmaya başladığınız takdirde sadece yemek ve konaklamanızı sağlıyorlar, sonrasında ise çiftçi gibi çalışıyorsunuz.

Elinize ne geçiyor? Organik tarım konusunda deneyimli, işin ehli insanlarla çalışıp, bu konuda daha fazla fikir sahibi oluyorsunuz, diğer memleketlerden gelen insanlarla beraber ekip olarak çalışma deneyimi elde ediyorsunuz, farklı kültürlerden insanlarla kaynaşıp, dostluk kuruyorsunuz, en önemlisi ise dünyaya olan borcunuzu ödüyorsunuz.

Zaten ileride en çok yapmak istediklerimden birisiydi organik tarım. Olur da bir gün okulumu bitirirsem peyzaj mimarlığının yanında (bu arada evet peyzaj mimarlığı ve peyzaj planlama okuyorum) organik tarımla da ilgilenmek istiyordum, benim için bulunmaz fırsat ama henüz kendi hayatımı düzene sokamadığım için başvuruyu sonraya erteliyorum. Belki bir yaz Japonya'da 3 aylığına bu işe girişebilirim. Fena mı? Hem Japonca öğrenirim/ilerletirim, hem de organik tarım deneyimi!

Bu bilgi çok sığ, farkındayım ama hala araştırıyorum. İlgileneniniz olursa yukarıda verdiğim linklerden bir göz atabilir.
dahası...


Önce birkaç bilgiyle başlayayım. Dünyanın en yakın başkentleri Viyana ve Bratislava'dır. Aralarında sadece 57 km var. Viyana'dan 14€ karşılığında aldığınız tren bileti ile 4 gün içerisinde gidiş dönüş yapabilir, Bratislava'da ilk günki şehir içi toplu taşımanızı da bu biletle sağlayabilirsiniz. Uygun değil mi? Bence de. Gerçi şehir içi ulaşıma sadece tren garından merkeze inmek için kullanırsınız, geri kalan her şey için tabanvay! Şehir hatrı sayılır küçüklükte. Kale falan var, şehri tepeden gören ama vakit bulup çıkamadık, bir de şehrin merkezi var ki barları ve gece hayatı resmen gönlümüzü fethetti. Ama...

İşte "ama" kısmından sonrasını yazıyorum. Gidiş amacımız kesinlikle turistik değildi, 18 gündür canım ciğerim Gizem buradaydı, Amsterdam'da buluşup, orada biraz takıldıktan sonra Viyana'ya geldik. O kadar fazla vaktimiz vardı ve evimiz yoktu ki içimizde kurt varmış gibi dolaştık tüm Viyana'yı. Herhalde girmediği delik kalmadı, birkaç saray ve park kaldı görmediği, geri kalan her şey için Gizem'e turist rehberliği için başvurabilirsiniz.

Gizem'in dönüş uçağı Bratislava'dandı, o yüzden gitmiştik Bratislava'ya. Geç hazırlandık, hava da hiç yardımcı olmayınca şehri gezmeye doğru düzgün vakit kalmadı. Aslına bakarsan vaktimiz varmış ama hiç bir fikrimiz olmadığı için saçma sapan sokaklara girip, şehrin asıl kısımlarını kaçırmışız. Bir an ben de "hiç bir şey yokmuş lan memlekette" dedim ancak gerçeği Gizem'i havaalanına bıraktıktan sonra farkettik. Viyana'ya dönmeden önce birer bira içelim diye daha önce önünden geçtiğimiz birkaç pubı yokladık, pek verim alamayınca daha önce hiç uğramadığımız bir sokağa daldığımızda ise Bratislava'nın gerçek yüzünü gördük. Meğer ne kadar gezilesi bir yermiş. Barları bir bir yoklamaya başladık. Birçok yerde canlı müzik var, bazı canlı müzikleri izlemek için de cüzi bir miktar para vermeniz gerekiyor. Ülkenin para birimi avroya dönmüş, bilmiyorduk, hala kron kullanılıyor sanıyorduk, epey kolaylık sağladı bu haber bize.

Her neyse, sonunda Barrock diye bir yeri gözümüze kestirdik, işlek sokaklarını biraz dolandıktan sonra, kapıdan girerken Sex Pistols - Anarchy in UK çalıyordu, yüzümüz güldü resmen. Fiyatlar çok uygun, mekan süper, müzikler de hep klasik rock ve rock'n roll! Viyana'da hep böyle bir yer aradım. %12 alkol oranı olan yerel birasını tükettiğimiz sırada (50cl sadece 2.39€ idi) şifresiz olan kablosuz internetini de sömürüyorduk bir taraftan (şu akıllı telefon dedikleri cihazlar çıktığından beri internet her yerde!) ve o an farkettik ki Viyana'ya kalkan son tren tam da o birayı yudumladığımız sırada hareket etmeye başlamış. Nasıl bir tesadüftür ki o biraları da ödedikten sonra cebimizde sadece 7€kalıyor. Eurotrip filmindeki gibi de değil hiç bir şey. 1,5 $ ile sizi kral gibi karşılamıyorlar, garsona verdiğimiz 20 centlik bahşişin ardından gidip patrona tokat atıp "kendi mekanımı açacağım!" demedi. Onlar anca filmlerde oluyormuş meğerse, acı bir şekilde öğrendik.

Geri dönüş ve sabaha kadar ne yapacağız kaygısı baş gösterdi o sırada. Tren garına giden otobüs durağına geldiğimizde gece hattının da olduğunu öğrenince gidip garda beklemektense sabah gerçekleştiremediğimiz Bratislava turunu yapmayı yeğleyip başladık yürümeye. Saat 00:04.

Tüm ara sokaklara girdik, tüm görülesi yerlerini gördük, her yer arnavut kaldırım, sokaklar tertemiz ama doğru düzgün çöp kutusu yok, her yer ışıl ışıl. Yürüdükçe merak ettik, merak ettikçe yürüdük. Hava bize hala yardımcı olmuyordu, 6 derece. Kalın giyinmemize rağmen üşümeye başladık, kalan son 7€ ile yemek yedik, yaşlı amcalar takıldı turkuaz/sarı bereme. Bir kere de şu şekilde hatunlar takılsa şaşarım, azcık cilve yapsam adamları dize getirirdik ama gel gör ki ilgim karşı cinse.

Yemeğin gazıyla biraz daha yürüdük. Otobüs saat başıydı, mecburen bir sonraki otobüse kadar yürümek zorundaydık, mekana girecek paramız yok, makinadan kahve alacak paramız bile yok. Evsizliğin dibine işte o an vurduk, işte o an anladık evsizlik tam manasıyla neymiş. Hiç oturmadan 02:10'a kadar yürüdük. Hem nasıl yürümek, şehri boydan boya dolaştık sanırım. Tuna kenarı, barların olduğu ara sokaklar, arnavut kaldırımlı ara sokaklar, lüks mekanların olduğu geniş caddeler... Ne kadar görülebilecek yer varsa turladık, Bratislava'ya doyduk yeminle!

02:10 gibi durağa vardığımızda ben açtım kitap okudum, Talha Çocuk da müzik dinledi, otobüs gelince de kedi gibi kıvrıldık sıcacık koltuklara. İlk tren 04:47'de idi, o saate kadar garda otururuz diye düşündük ama 02:34'te bindiğimiz otobüs 02:57'de tren garına vardığında durumumuzun ağlanacak halde olduğunun farkına vardık. Gar 04:30'da açılıyordu ve yürümekten artık ağrımayı geç, acıyan ayaklarımızla, oturacak hiç bir yer olmadan bir buçuk saat daha dikilmemiz gerekiyordu, ilerleyen saatten ötürü havanın daha da soğuması da cabasıydı. Evsiz bir deli gördük, durumu bizden vahim. Bir ara ayakta duramadığından laapss diye yapıştı adamcağız yere. Yasal olmayan yollardan girmeyi düşündük gara, arkasına falan dolanalım diye, o da yemedi, mecbur kapının önünde dikildik at gibi.

Evsiz delinin yanına, o sırada devriye gezen asayiş polisleri yanaştı, biraz muhabbet ettikten sonra tekrar hareketlendiler, uzaktan izliyorduk olan biteni. Sonrasında da bizi ziyaret etmeyi ihmal etmediler. Anlamadığımız dilde selam verdi;

- Hello.
- Passport.
- Here.
- Train?
- Ja.
- Österreich?
- Ja.
- Ok.

Sağlıklı bir iletişim kuramadık ama kimliklere baktıktan sonra güleryüzlü bir şekilde tekrar aracına binip uzaklaştılar. O an Türkiye'de olsak nasıl olurdu diye düşündük uzun uzun. Sonra Türklük'ü övdük uzun uzun. Düşünsenize memlekette olsak polis gbt için geldiğinde hatrınızı sorar, sonra "beklemeyin boşuna burada, gelin karakolda çay için, bırakırız sonra" derler, sabahçı kahvesi olur oturursun, param yok dediğinde günün ilk ve taze çaylarından bir kuple sunarlar size bedavaya, sıcacık da oturursunuz vs. Kesinlikle kültürümü çok seviyorum, Avrupalı olmak çok sıkıcı olsa gerek, herkes bireysel, diğeri umrunda değil.

Bu geyiği sürdürdüğümüz sırada bir teyze gelip garın kapılarını açtı, hangi trenin bizimki olduğunu anlayana kadar 04:15 ettik saati, sonunda da derin bir uyku. Talha'nın beni uyandırdığında Südbahnhof Ost'taydık, banliyöye yetişmek için koşar adım istasyona geldiğimizde tren yanaştı, çok geçmeden evdeydik. Uyuyup uyanmanın etkisiyle olan biten her şey rüya gibi geliyor ama ayağa kalkmaya çalıştığımdaki sancı gerçekleri yüzüme vuruyor.

Neyse sağ salim vardık eve, 06:00'ı geçiyordu saat yatağa girdiğimiz sırada. Hala yer yerim ağrıyor. Bu tramvayı atlattıktan sonra bir ara bir daha ziyaret etmeli Bratislava'yı. Bu sefer daha fazla parayla.

Bu arada olur da gidecek olursanız son tren 22:25 gibi bir saatte ayrılıyor Bratislava'dan Viyana'ya, ilk tren de 04:27'de.

* Bratislava'nın güzel yerlerini Gizem göremedi diye de çok üzüldük, Gizem, aslında Bratislava o kadar da kötü bir yer değilmiş, belki Viyana kadar severdin, belki de daha fazla.

Sizi görseller ile baş başa bırakayım, biraz karışık dizilim ama idare edin, hiç uğraşamayacağım düzeltmekle, buyrun:





















dahası...


Hepimizin saklamaya çalıştığı "eksik" yönleri vardır. Eksik de denmez aslında, egomuzun yeterince tatmin olmadığı, utandığımız, yetersiz hissettiğimiz. Bir şekilde kapatmaya çalışırız onları, çirkin isek makyaj yaparız mesela, fotoğrafta güzel çıkmak için kafamızı sağa ya da sola çeviririz, şişmansak siyah giyisiler giyeriz, dans edemiyorsak el çırparız, vücutları çirkin kadınların ilgi çekmek için orasını burasını açması, başka bir şeye direnemediği için alkole direnç geliştirmek ve buna benzer şeyler.

Kendimden yola çıkmaya çalışayım. Mesela ben dans edemem, o eksiğimi enstrüman çalmakla kapatmış olabilirim, kıllı biri olduğum için deniz yerine ormanı sevmişimdir, kim bilir. Doğru düzgün sevgili edinemediğimden hep sağlam arkadaş edinmişimdir, toplum içinde yer edinmek, egomu tatmin etmek, beğenilmek için jonglörlük öğrenmiş, yoyo çevirmekte ustalaşmış, yazı yazmış, davul çalmış olabilirim. Sesim güzel olmadığı için şarkı söyleyememiş, o açığı da enstrümana yönelerek kapatmış olabilirim.

Aslına bakarsan "başarsızılığımı" buna benzer "sözde" başarılarla ört bas etmiş olabilirim. Kime göre, neye göre başarı kısmına girersem bir daha çıkamam, saatlerce yazabilirim ama şunu biliyorum ki toplumun başarı anlayışına ters bir başarı anlayışım var, bu da beni toplum içerisinde başarısız kılıyor.

Biraz bu konuya değineyim, sonra konumuza döneceğim. Şimdi sevgili toplum, açık konuşalım; Sen benden ve diğer tüm seninle birlikte yaşayan insanlardan beyaz yakalı, medeniyet yularlı, masanın başında, sinek kaydı traş ve kösele ayakkabı ile amirine kayıtsız şartsız boyun eğen bir birey olmamızı bekliyorsun. Yanlış mıyım? Heh bu konuda anlaştıysak güzel, çünkü "düzgün" insandan anladığın bu kadar kıt ve şekilci bir şey, farkında mısın acaba bunun. Mesela ben bir iş görüşmesine Hangover'daki Alan gibi gitsem, muhtemelen güvenlik çağırıp attırırlardı beni oradan ama belki o iş için benden daha iyi bir eleman bulamayacaklar, nereden biliyorlar? Bilirler, çünkü ben onların gözünde adam statüsüne bile girmiyorum. Neyse insanlar hala istediğine inansın, ben muhtemelen hala kendi halimde yaşamaya devam edeceğim. Şimdiye kadar taşaklı iş toplantılarında da bulundum ama keçi sakalım, yuvarlak çerçeveli, kırmızı camlı gözlüklerim hep gözümdeydi, pantolon zincirim falan. Başarı yakaladım mı? Bence çok başarılıyım ama işte toplum öyle düşünmüyor.

Neyse konumuza dönecek olursak, insanlar her konudaki bu eksiklerini farklı yollardan çıkarmasını hiç bir zaman yadırgamadım. Ben de yapıyorum çünkü ama bunu görgüsüzlükle gidermeye çalışanlar var ki çok aciz insanlardır nazarımda. Bir çok şeyde başarısız olabilir bir insan, hatta hiçbir şeyde dikiş tutturamayabilir ama bunu örtmek için görgüsüzlük yapmak, bilhassa para ile bu başarısızlığını kapatma çabaları çok acizcedir.

Gerçekten bak, aciz olmanın yanında komik de.
dahası...


Blogger tarafından desteklenmektedir.